Yazmak benim vazgeçemediğim eylem. Ancak son zamanlarda daha çok okuyup daha az yazmamı hayatın dinamizmi içinde kendi müspet tekamülüm olarak yorumluyorum. Bunu düşünürken geçtiğimiz aylarda okuduğum, kıymetli hemşehrimiz Sadık Yalsızuçanlar ağabeyin kaleminden çıkan  müthiş anı-roman ‘’Vefa Apartmanı’’ndan  Fethi Gemuhluoğlu’na dair satırlar dimağımdan geçiverdi.

‘’ " 'Fethi Bey'i bilirsiniz . . .

' 'Fethi?'

'Gemuhluoğlu'

'Evet. . .'

'O der ki, 'Oku!' emri var, 'Yaz!' emri yok . . . ' " ( Timaş Yayınları, 6.Baskı)

Bu bakış açısı geniş bir perspektif sunabilir. Bir de şu var, okuma iştiyakı arttıkça okuma süresi de artıyor. Böylece yazmak için harcanan çaba da okumaya sarf ediliyor.  Yazmayı ciddi bir iş olarak görmem günübirlik politik yazılar yazmama da, özensiz satır başılarla dolu fıkralar üretmeme de mani oluyor. Yazdığım her şeyin kendi payıma bir sorumluluk getirdiğini inancım gereği kabul ederek bu işe başlamış olmam da gösterdiğim gayreti arttırıyor. Merhum Nuri Pakdil ağabeyin yazmaya abdest alarak, takım elbisesini giyerek ciddiyetle başlaması unutamadığım hatıralardandır. Yazılan şey kişinin duruşunu, şuurunu, görevini de ifade eder. Yazılmayan şeyin vebali, yazılan şeyin de sorumluluğu vardır. Yazar bu anlamda ateş üstündedir daima. Dikkat etmeli, dikkatli olmalıdır.

Sanatçı için ödev sorumluluğu kadim filozoflardan beri dile getirilen, mütalaa edilen, üzerine görüş bildirilen bir mesele olagelmiştir.

Yirmi birinci yüzyılda ise bu meseleler fildişi kulesinde görüldüğünden sadece entelektüel çevrelerde -lüzumu görülürse- konuşuluyor.

Hız çağında yaşıyoruz. Dolayısıyla insanlar vakitlerini de nakitleri gibi çabucak tüketiyor. Okumaya vakti olmadığını söylüyor pek çok insan. Bu yüzden bazen 500 kelimelik köşe yazılarını bile uzun bulup okumaya güç yetiremediğini söyleyen insanlarla karşılaşıyorum. Herkes yoğunluktan, vakit ayıramamaktan, fırsat bulamamaktan yakınıyor. Tam burada Kemal Sayar ağabeyi anacağım.  Söyleşilerinin kitap haline getirildiği ‘’ Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı ‘’ adlı kıymetli eserde, bir söyleşisinde şu tespiti yapıyor Üstad:

" İnsan boş kaldığı zaman, yavaşladığı zaman ölümü hatırlıyor. O yüzden hep hızlandırıyor, böylece hayatında hiç boşluk bırakmadığı için insan dolu dolu, çok mühim bir hayat yaşıyormuş hissine kapılıyor. Ama özü itibariyle kof bir hayat yaşıyor."

Aslında yaşıyoruz ama ne kadar mana katabiliyoruz hayata? Okumak için harcanan zaman fuzûli görülürken bize kalmayacak yorgunluklara fazla anlam katabiliyoruz.

Neye, ne kadar ‘’müsait olduğumuz’’ , dimağımızı neyle iştigal ettiğimiz, velhasıl neyin peşinde olduğumuz hayata bakış açımızdan tercihlerimize, üslûbumuzdan günlük konuşmalarımıza kadar her halimize sirayet ediyor.

Okuyan, öğrenen insan nâkıslığını bile kaba bir cehaletle değil, ârifâne bir tevazu ile telafi ediyor. Bunun önemini sokak röportajlarında, sosyal medyada, tv programlarında daha net görüyoruz. Politika, tarih hadi bunları geçtim din konusunda herkesin otorite gibi konuşabilmesi oldukça üzücü.

Konuşan yahut yazandan daha fazla okuyan, hüküm vermekten, bilmediği meselede ahkam kesmekten kaçınıp öğrenmeye gayret eden, okuduğu şeyleri inanç, akıl, yürek süzgecinden geçirip muhasebesini yapabilen insan olabilmek ne güzel.

Son yıllarda şehirlere ihtişamlı kütüphaneler yapılıyor, hem resmi hem de özel kütüphaneler ile bu konuda insanların hizmetine tüm olanaklar sunuluyor. Buna paralel okuma oranlarında  beklenilen artış ise  maalesef yaşanamıyor.  Belki de yukarıda ifade ettiğim gibi ‘vakit yokluğu’ bahane ediliyor ya da insanlar kendilerine ayırdığı zamanı kitaba değil sosyal medyaya harcıyor.  Sosyal medyada politik muhabbetler, resmi tarih-kahraman övgüleri, linç kültürü varken inzivaya çekilip okumak, tefekkür etmek herkesin harcı değil nihayetinde…

Okuduğunu sindirir, okuduğu ile tefekkür etmeye başlar, okuma eylemini bilinçli bir ödev haline getirirse insan tüm kâinatı bir kitap gibi görür, satır satır okur yaratılan her şeydeki yaratıcı kudreti. İşte bunun için de dimağını daima diri tutmalı, boş bir tarlayı yeşertir gibi okudukça yeni şeyler ekmeli ve bir bahçe haline getirmeli zihnini.

Yazımı Ezeli ve Ebedi Ulu Önderimizin, Tirmizi  ve İbni Mace ‘de geçen duası ile bitiriyorum:

Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

“Ey Allah’ım! Bana öğrettiğin ilim ile beni faydalandır ve bana fayda verecek ilmi bana öğret ve benim ilmimi artır.”