Aslında bugün bugünkü köşe yazımda Malatya Büyükşehir Ak Parti Adayını konu edinecektim.
Ancak sınıf arkadaşım Bayram Hoca ziyaretime geldi.
Bayram Hoca ile ilkokul, orta ve liseyi aynı sınıfta okumuştuk. Tabiri caizse okul yıllarında yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi…
Biz aynı mahalleden dört arkadaştık.
Dört arkadaş, dört kafadardırdık…
O zamanlar şimdiki gibi herkes okullu değildi, koca mahallede ortaokula giden sadece dört kişiydik. Ben, Bayram, Ali, Lütfi…
Biz Ali’ye “Haciali” diyorduk. Mahallede herkes “Haciali” diye çağırırdı aslında ismi “Haci Ali” idi. Bir tek okulda “Ali” olarak bilinirdi…
Daha doğrusu Ali’nin asıl ismi Hacı Ali idi. Oturduğumuz köyde “Ali” desen kimse tanımaz, “Hacı Ali” demen gerekirdi. Ama okulda, “Hacı Ali” dediğimiz zaman kızardı, biraz da haklıydı çünkü kimliğinde yalnız “Ali” olarak yazıyordu. Ama mahallede biz ona “Hacı Ali” dediğimiz için bir türlü “Ali” diye çağıramıyorduk.
Ali, bir gün, Türkçe öğretmenimize beni şikâyet etti. Selvi boylu, kırılacak gibi ince belli, Türkçeyi çok güzel konuşan bir bayan öğretmendi. . Tahtaya kaldırdı beni. Sorgusuz-sualsiz, iki elime okkalı bir şekilde, sopayla vurduktan sonra; “Söyle bakayım, neden arkadaşına isim takıyorsun?” dedi sertçe. Bir hayli ilerlettiğim Türkçem ile isim takma niyetiyle “Hacı Ali” demediğimi, mahalledeki herkesin “Hacı Ali” dediğini ve şahit olarak da Bayram ile Lütfi’yi gösterip ifademi verdim. Arkadaşların ifadelerine başvurduktan sonra bu kez Ali’i çağırdı. Bana attığı dayağın aynısını ona da attı.
Arada bir, böyle vakalar yaşanmasına rağmen biz dört arkadaş birbirimize karşı sadakatte kusur etmezdik. Bir vücudun uzuvları gibi birbirimizden kopmadan gidip gelirdik okula.
Lütfi kendi halinde bir karaktere sahipti. İçimizden yaşı en küçük olandı. Ben ve Bayram yaşça Lütfi’den daha büyüktük…
Sınıftakilerden her biri bir âlemdi ama biz dört arkadaş bir başka âlemdik. Ayaklarımızda, ‘Ankara lastiği’ denilen lastik ayakkabı vardı. Çoraplarımız ise incecik naylondan bir çorap... Kışın yürüdüğümüz bir saatlik yolda ayaklarımız vıcık vıcık su dolardı. Bırak ayakkabıyı, doğru dürüst bir giyecek de yoktu üstümüzde. Sırtımıza geçirdiğimiz en az bir-iki yıllık antika bir gömlek ve bitpazarından satın aldığımız bir ceket…
Bize harçlık verecek kimse olmadığı için, öğlen tatilinde yiyecek ekmeğimizi de evden getirirdik. Çantamız olmadığı için, ekmeğimizi de bir çıkın içinde, gömlek altında -korse gibi- belimize bağlardık. Okulumuz sabahtan akşama kadar olduğu için öğlen arası bir saat mola verilirdi. Önceleri, okul yönetmeliği gereği, öğlen arası hiç kimsenin okulda kalma şansı olmadığı için biz, belimize bağlı ekmek çıkınımızla dere kenarlarına giderdik. Dere kenarında büyük ceviz ağaçları olduğu için kimi zaman yere düşen cevizlerle ekmeğimizi yerdik.
Kışın havanın çok soğuk olduğu günlerde okul idaresinden izin alarak öğlen arası sınıflarda yemeğimizi yemeye başladık. Daha sonra, ekmeklerimizin arasına peynir gibi katık koymaya başladık.
Bir gün ben, ekmeğimin arasına yağ ve çökelek koymuştum. O gün de yazılı olacakmışız. Aynı okulda iki ayrı birinci sınıf olduğu için, bizi yazılı sınavdan geçirecek olan öğretmen diğer sınıfın tahtasına soruları yazmış. Yazılıya girmemiz için diğer sınıfla yer değiştirmemiz gerekiyormuş. Benim yağ-çökelek ekmeğin arasında, ekmek de kitapların arasında duruyor. Öğretmen hızlı ve seri bir talimatla: “Kitaplarınızı alın, diğer sınıfa geçin!” Diğer sınıf yazılıdan yeni çıkmış.. Onlardan kopya almamamız için öğretmenimizin panik yapması normaldir. Ancak hızla kitap ve defterlerimi alayım derken yağ ve çökelek dökülmez mi?! (şimdi ki, aklım olsa mesele yok, ama o zaman sanki dünyanın en büyük cürmünü işlemişim gibi kendimi suçlu hissettim.) Bana göre bu dökülen çökelek yerde kalmamalıydı. Hiç kimse görmemeliydi. Ve bir an önce onu ortalıktan yok etmeliydim. Yardıma Ali’yi çağırdım. Ali ile ikimiz ayaklarımızla giriştik dökülen çökeleğe. Güya dağıtmaya,yok etmeye çalışıyoruz.. Neden mi? Kimse bu ayıbımızı(!) görmesin diye. Arkadaşlar yazılıya girme telaşı yaşarken bizler, dökülen çökeleği dağıtıp yok etme telaşındayız. Öğretmen şüphelenmişti bizim bu hareketimizden. Belki de delirdiğimizden şüphelenmişti. Herkes sınıftan dışarı çıkarken, biz, sınıfın bir ucundan diğer ucuna koşuşturup duruyoruz. “Haydi!”
Kafamızı bir kaldırdık ki, hiç kimse sınıfta yok. Öğretmen kapıda, hayret dolu bakışlarla bizi bekliyor. Bizse kan ter içinde yerine getirdiğimiz görevin sevincini yaşıyoruz.
Anılar anılar…
Dedim ya ziyaretime Bayram Hoca gelmiş…
Haa bu arada unutmadan Bayram Malatya’da bir okulda okulun müdür yardımcısı, Lütfi İstanbul’da Polis, Ali Malatya Büyükşehir Belediye çalışanı güya en akıllısı olan ben erkenden sigorta primlerimi yatırarak şimdi en düşük emekli maaşla sürünmeye devam…
Bayramla olan anılarımı yazmaya kalkışsam değil bir sütun, bir köşe kitaplar yetmez iyisi mi noktayı koyalım.
Sevgili Bayram; sıla-i rahim ziyaretlerinin bile yapılmadığı/unutulduğu bir zamanda beni ziyaret ettiğin için çok teşekkür ederim…