Dün bir vesileyle, “ 6 Şubat depremleri”nden sonra yerle yeksan olmuş Malatya’ma uğradım…
Ayakta çok az bina kalmıştı.
Ayakta kalan binaların da hızla yıkımı gerçekleştiriliyordu.
Kocaman bir şehir kocaman bir şantiye alanına dönüştürülmüştü.
Yıkımlardan dolayı kalın bir toz tabakası şehri sarmalamış enkazlar arasında dolaşan şehrin insanına nefes aldırmaz hale getirmişti.
Öyle ki, şehir tanınmaz haldeydi...
Şehrin merkezi olan Söğütlü Camive Taşlı Cami’nin bulunduğu alana geldim. Bana mı öyle geldi yoksa bu şehir daha önce bu kadar küçük bir alana kurulmuş muydu? İyi de bu kocaman şehir bu alana nasıl sığdırılmıştı şimdiye kadar.
Ayaklarımın değmediği yer mi vardı bir zamanlar. Şurası kuyumcu çarşısı, şurası manifatura ve hallaç dükkânları, şurada baharatçılar, şurası kasap, şurası sebze ve meyve hali, az ileri Şire Pazarı derken ayaklarım beni Akpınar’a götürdü…
Ah Akpınar!
Bahtı karalı Akpınar’ım.
İsmi ‘ak’ olup nice kara günler yaşadığım Akpınar…
28 Şubat sürecinin en acımasız döneminde, başörtülü üniversite kızlarının sığınarak Medine Mescidi önünden, bu memleketin sözde güvenliğini sağlamakla görevli polisler tarafından gözaltına alınırken; örtülerinden alınarak sürüklendiği, coplandığı ve çeşitli hakaretlere maruz kaldığı yere gelmiştim…
Oturdum ağladım…
Etrafımdan gidip gelenlerin bakışlarına aldırmadan oturup ağladım, biliyor musunuz?
Çünkü Akpınar da bir enkaz alanıydı.
Medine Mescidi yoktu.
Bir zamanlar Cuma Hutbeleriyle, adeta kükreyerek bu caddeyi gür sesiyle inleterek hakkı haykıran isim yoktu.
Anlatabiliyor muyum; önce bu mekânın sahibi gitmişti sonra da mekânın kendisi gitmiş; şimdi ben bunu hangi ruh halimle anlatayım sizlere…
Zamanın emniyet müdürü ki sonra mazlum insanların bedduaları tutmuş olacak ki, geçirmiş olduğu bir kalp kriziyle ölen apoletli burada, tam da burada yakasını tutmaya çalışmıştı Hoca’nın ve ben de önüne atlamış, engel olmuştum. Ben yalınız değil büyük bir kalabalıkla o emniyet amiriyle Hoca arasına girerek Hoca’yı kaptırmamıştık o gün.
Lakin nereden bilebilirdim ertesi sabah, sabahın köründe bir polis ordusu tarafından evimden kelepçelenerek cezaevine atılacağımı.
28 Şubat sürecinin ilk kurbanı olarak ben buradan, bu mekândan mimlenmiştim.
Bu mekânyalnız ‘acım’ değil, aynı zamanda sevincimdir de benim…
Yazı işleri müdürlüğünü yürüttüğüm Medeniyet Gazetesi’nin bürosu bu mekândaydı.
Bir de kelimenin tam anlamıyla kıraathaneye dönüştürülmüş bir çay ocağımız vardı Mescidin bulunduğu Esnaf İşhanı’nın hemen girişindeki merdiven altında…
Esnaf Çayocağı hem bir buluşma noktası hem de bir açık platform ve ilim merkeziydi.
Ömrümün en güzel günleri ve yılları bu mekânda, doğrusu gençliğimin tamamı geçmişti bu mekânda.
Ben bu mekâna çok şey borçluyum…
Fikri yapımın kemikleştiği mekân burasıydı. Burası benim için anılarla doluydu ve şimdi enkazdan başka geride hiçbir şey kalmayan bu mekândaağlamayayımda kimler ağlasın…
Şimdi Beydağı’nın tepelerine çıkıp “Ey Malatya!” diye haykırmak istiyorum…
Ey şehir! Biliyorum seni yazmak hasretimi arttırmaktan başka bir şeye yaramayacak. Seni yazmakla, geriye dönük hiçbir şeyi getiremeyeceğimi bile bile, bir gün bu fani dünyadan göçüp gittiğimde, arkamdan sırf ’hayırla yâd edilmek’ için senden bahsediyorum…
Ey şehir! Sen ki mis gibi havasından ciğerlerime çekip, buz gibi ab-ı hayat misali sularından kana kana içtiğim şehirsin/Malatyamsın, seni yüreğimin derinliklerindeki her şeyden fazla ezber bilirim… Ezber bilirim seni, çünkü ben bu şehrin hamuruyla yoğruldum, kültürüyle dal budak saldım, çiçek açtım, meyve verdim, tatlandım ve bu şehrin boyasıyla boyandım; nereye gidersem gideyim ben bu şehre aidim ve bu şehir benim şehrim.
Lakin sen şimdi yoksun, seni bana sevdiren arkadaşlarımın çoğu yoklar/öldüler…
Ey şehir sen de öldün. Ölen arkadaşlarımın hiçbiri geri gelmeyecektir…
Ve sen tekrar dirilir geri gelir misin ey şehir…
Yorumlar
Erol - enkazın hızla kaldırıldığı doğru değil, yerel yöneticiler seçim derdine düşmüş, enkaz işi gayet yavaş ilerliyor.