İnsan kırılan ve kırılgan bir varlıktır. Zor zamanlar ise psikolojik olarak buna daha müsait vakitlerdir. Başımıza gelen sıkıntılarda gördüğümüz her vefasızlık yüreğimize derin bir hançer yarası gibi kazınıyor. Yüreğimiz amansız bir ıstırap çekiyor. İnsanız. İnsanlık gereği bu belki de. Ya da güç meselesi. İnsan yüreğinin, cüssesi ya da cinsiyeti ile ilintilendirilmesi ne büyük yanılgı. Koca adamlar nahif acılar çekebiliyor. Güçlü görüken insanlar iç alemlerinde derin yaralar ile yaşayabiliyor.
‘’ İnancıma göre, vefa doğuştandır, vefasızlık ise sonradan edinilir.’’ der İbrahim Tenekeci ağabey. Buradan şunu çıkardım: Vefa doğuştan insanda olan bir güzel haslettir. Bunu kaybetmek kişinin yaşantısındaki bozukluklarla alakalıdır. Yani vefasız insan hayatındaki güzellikleri yitirmiş insandır.
Enes b. Mâlik şöyle demiştir:
“Allah’ın Peygamberi (s.a.v.) bize hutbe verdiği zaman mutlaka şöyle buyururdu: ‘Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.’” (İbn Hanbel, III, 134)
Allah’ın Resulü (sav) bizi ikaz ediyor.
Vefa göstermek, vefalı olmak zorundayız.
Vefasızlıktan yakınılan bir çağda yaşıyoruz. Vefasızlığın revaçta olduğu bir zaman dilimi ile imtihan ediliyoruz. Yüreğe ağır gelen bir sınav bu. İnsanın beklemediği tavırları, beklemediği kişilerden görmesi de yüreğin bir imtihanı.
Ölümlü dünya…
Dünyada bir yolcu gibiyiz. Bunun farkında olmayan insanlarla bir arada yaşıyoruz. Dünyayı kalıcı yurt gibi görenlerin, dünyada ebedi olmayı umut edenlerin içinde, dünyaya değmeden yaşamaya çalışıyoruz. Bu çamurlu bir yolda kıyafetini korumaya çalışan insanın mücadelesi gibi değil mi?
Kendimizi korumak zorundayız. Bunu söylerken sadece bedeni mi kastediyoruz? Peki ya ruh? Yahut gönül? Bunların da müdafaaya ihtiyacı yok mu? Ruhumuza, gönlümüze zarar veren, vefasızlıkları ile bizi yaralayan insanlardan elbette uzak durma hakkımız vardır.
Altın tavsiye de bu yönde değil midir:
“(Büyükler) şöyle diyorlardı: ‘Kendisine tanıdığın hakkın aynısını sana tanımayan (kendisine verdiğin değerin aynısını sana vermeyen) kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur.’”( Kenzu’l-Ummal, 9/179, h. no: 25593).
Öyle güzel bir dine iman ediyoruz ki karşıdaki insana vefalı olmayı garanti edip, vefa göreceğimizin de bilinci ile yaşıyoruz. Dini hassasiyetini yitiren kişilerin gösterdiği vefasızlıklar ise seküler çağın pek çok kez tavsiye ettiği bencilliğin, egoizmin bir sonucu. Seküler tavsiyeler kişiye şunu telkin eder:
‘’Sen her şeyden daha değerlisin, sadece kendini düşün, kendin için yaşa …’’ falan filan.
Bireyi sadece kabir kapısına kadar üstün gören bu lâdînî anlayış, ölümü ile beraber ise onun tamamen yok olduğunu, çevresi tarafından unutulması gerektiğini öğütleyerek ona son kazığını da atmış oluyor!
Ölüye bile değer vermeyen bu batıcı, materyalist anlayışa sahip olan kişiler için dünyadaki dostlukları sahte, geçici ve menfaat icabıdır.
Oysa İslâm, insana dostluğu bile ebedi olarak sunar. Kişi, dünyada sevdikleri ile ahirette de beraberlik kurar. Ölen yakınını unutmaz, onu daima dualarla anar, onun adına hayır hasenat yaparak öldükten sonra bile vefasını gösterir.
Böyle güzel bir şeriat varken, insanın dirisine, ölüsüne ehemmiyet vermeyen seküler yaşam tarzından neden iğrenmeyelim ki?
İnsanın dostlukta bile incinmemesini, yakınlarından vefasızlık görmemesini isteyen Rabbimiz varken, yürekleri buzdan kalıp görenlerin, soğuk dünyalarında neden kasvetle heba olalım ki?
Bizi bizden çok düşünen bir Peygamberimiz (sav) varken, neden başka bir Ulu Önder arayıp, yolumuzu kaybedelim ki?
‘’ Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.’’ Tevbe süresi 128. Ayeti kerimenin mealinden…