Minik bir kardeşimizi ahiret yurduna, tertemiz bir şekilde uğurladıktan sonra biraz imrenerek, biraz hüzünlenerek ölüme dair yazılarımı gözden geçirdim. Kimisi müstakil, kimisi âtıf şeklinde ölümü çok kez yazılarıma konu ettiğimi fark ettim. Ölümü sıkça anmamız Ulu Önderimizin (sav) tavsiyesi. ‘’Lezzetleri yok eden ölümü çokça anın." (Hadis-i Şerif:Tirmizî, "Zühd",4). Çünkü ölüm; hem fani hayata daldığımızda bizi kendimize getiriyor, hem de burada kalıcı olmadığımız gerçeğini yüzümüze vuruyor. Kabristanlarda esen rüzgar çehremize değince anlıyoruz ki bu dünyada sadece misafiriz. Bir ağaç gölgesinde dinlenen yolcu misali.

Ölüme gidiyoruz yaşadığımız her gün, bir adım daha. Hayatımızda geçen her saat, her saniye bizi ömrümüzün sonuna da yaklaştırıyor.

Sevdiklerimizi ahiret yurduna uğurlayınca ölümle ciddi manada yüzleşiyoruz.

Ölümü hissetmek, yakınlarımıza uğradığında mümkün oluyor birazda. Çünkü öbür türlü bir haber değerinden öteye geçmiyor. En elim ölümleri bile Tv ekranlarında izleyince, kendi yakınlarımıza uğramadıkça yüreğimizin derinliklerinde hissedemiyoruz.

Atalarımızın ‘ Ateş düştüğü yeri yakar’ demesi de bunu ifade eden en güzel cümle.

Ateşin düştüğü yeri yakması bizim bu yangına kayıtsız kalmamız anlamına gelmemeli. Çünkü bizler sevdiklerimizin içine düşen ateşe su taşımak zorundayız. Ölüm imtihanı ile yüzleşen sevdiklerimizin yanında olup, onların acılarını hafifletmeli, teselli etmeli, varlığımızla güç vermeliyiz. Bu, bizim karınca misali yangını söndürme çabamız olacaktır…

İnsan böylesi anlarda omzuna değen eli asla unutmuyor.

Bizleri birbirimizi yaklaştıran şey sevgi, saygı, dostluk en çokta ‘vefa’.

Şehir Mezarlığına her gittiğimde ilk olarak kız kardeşimin kabrine uğrar sonra sırasıyla dedelerimi, akrabalarımı, tanıdıklarımı ziyaret eder, ruhları için dua eder; bazen hasbihâl ederim onlarla. Yahya Kemal’in ‘’ Biz ölülerimizle yaşayan bir milletiz’’ sözü burada aklıma geliyor. Bazen belgesellerde farklı inançlara mensup insanların ölülere uyguladığı muameleyi görünce Müslüman olduğumuz için yeniden şükrediyorum. Ölülerimizi yıkayıp, kefenleyip, güzel kokularla mezarlara defnediyor, onları ziyaret edip ruhlarına dualar ederek daima hatırlıyor, kalbimizde, aklımızda yâd ediyoruz.

Savaş durumunda bile Müslüman, öldürdüğü düşmanın cesedine zulmetmez, gayri insanî fiillerde bulunmaz.

Ölülere bile hürmet eden din mükemmeldir, ekmeldir…

İnsan hayatına, mematına böylesine ehemmiyet veren bir dinimiz varken, insanı rakamlardan ibaret gören seküler anlayışa meyletmeyeceğiz. Çünkü biz ölümlüyüz.

Ölümü de korkunç bir son değil, yeni bir başlangıç olarak görüyoruz.

‘’ Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var.

Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var.’’ diyen Üstad Necip Fazıl’ın,

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm.

Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” diyen Adil Erdem Bayazıt’ın penceresinden ölüme bakıyoruz ve ancak bu hakikat penceresinden bakarsak ölümü manası ile idrak edebileceğimizi biliyoruz.

Bir sahâbî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“– Hangi mü’min daha akıllıdır yâ Rasûlâllah?” diye sordu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdular:

“– Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır...”(İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Dünyaya dalıp ölümü unutuyoruz. Ancak bir saniye ötesinde bizi neyin beklediğini bilmiyoruz.

Bu topraklarda ölümü Şeb-i Arus olarak gören insanlar hâlâ var.

Bir de şu geldi aklıma, Yahya Bey’den bir beyit:

"Öldüğüm ağlamazın korkum odur kim ölicek

Seni kimler seve ben âşık-ı mahzûn yerine "

Ya şu irsal’ı mesel:

“Ölüm Allah'ın Emri Ayrılık Olmasaydı”

Ölümden zor ayrılık acısı demiş büyükler. Onu da kolaylaştıran Allah’a sığınmak…

Selam ve dua ile…